21 Kasım 2024 Perşembe
0 Yorum Yapıldı Yorum Yaz

YERELDEN DÜNYAYA

23 Nisan 2018
YERELDEN DÜNYAYA

PİRUZE, AYŞE, ALİ, MECİT, AHMET, ELMAR VE FATMA : SURİYE

Piruze anneannemin adıdır. Piruze’nin anlamı mavi renkli, değerli bir süs taşı olan firuzeden gelmektedir. Piruze ismi; Farsça kökenli olup bir kız ismidir. Ayşe Piruze’nin kızıdır, yani benim annemdir.

Ali Suriye’nin Halep kentinden Türkiye’ye göç edip Bursa’nın bir ilçesine yerleşen ailenin iki yaşındaki kıpır kıpır ve zeytin gözlü oğludur. Mecit aynı ailenin dört yaşında daha sakin, gözleri ışıl ışıl mavi parlayan oğludur. Ahmet altı yaşında, kardeşlerine göre daha kısa kalmış, yaşına rağmen sorumluluklarının farkında hep kardeşlerinin peşinde koşan güler yüzlü bir çocuktur. Elmar 30’lu yaşlarda Suriye’de icra ettiği tekstil işini cüzi ücretlerle şimdi memleketimizde yaparak ailesini kimseye muhtaç etmeden nafakasını sağlamaya çalışan dirayetli biridir. Fatma ailenin genç annesi, yavaş yavaş Türkçe öğrenerek etrafıyla ilişki kurmaya çalışan, çok fazla sokağa çıkmayan ve ev bark işleriyle uğraşan bir kadındır.

Suriye aslında yönetenlerden ve savaşanlardan ibaret bir ülke değildir. Milyonlarca insan savaşın ağır faturasını ölerek yada göç ederek ödemeye çalışmaktadır. Yukarıdaki isimlerin kesişme noktasını müsaade ederseniz yazımın sonuna bırakarak Suriye’de yaşananları beraber anlamaya çalışalım.  

Bugünkü Suriye Aramilerin, İbranilerin, Romalıların, Bizansın, İslam dönemlerinde Emevilerin, Abbasilerin, Atabeylerin, Memlukluların, Selçukluların, Osmanlının ve sonrasında Fransızların hakimiyetinde kalmıştır. Osmanlı döneminde Şam Eyaleti (Bilad-i Şam) olarak adlandırılan bölge Lübnan, Ürdün, Suriye ve Filistin topraklarını kapsamaktadır. “Şam” kelimesinin gerçek anlamı konusunda  farklı yaklaşımlar olmakla birlikte yabancılar tarafından “Damascus”  olarak adlandırılmıştır. Suriye’nin sadece 8’inci yüzyılda, Emeviler döneminde, bağımsız bir siyasi yapısı olduğu göz önünde bulundurulduğunda, Suriyeli yöneticilerin ciddi bir güvensizlik mirası devraldıkları görülmektedir[1].

Türklerin bölgeyle ilişkisi Suriye Selçuklu Devleti’nin 1092-1117 tarihleri arasında Suriye bölgesini yönetmesi ile başlamıştır. Yavuz Sultan Selim’in 1516 yılındaki Mısır Seferi ile birlikte Osmanlı idaresine giren bölge, 402 yıl (1516-1918) boyunca Osmanlı idaresinde kalmıştır.

Osmanlının bölgeye verdiği önem Suriye topraklarının ticaret yolları üzerinde bulunması, seferler için bir üs konumunda bulunması, Hicaz yolu üzerinde olması, Kudüs’ün bu topraklar içinde yer alması ve Müslümanlar nezdinde “peygamberler diyarı” olarak görülmesi gibi sebeplerden kaynaklanmaktadır.

Özellikle İngiltere ve Fransa, Osmanlı İmparatorluğunun yönetimi altındaki bölgelerin tamamında Osmanlı ile güç mücadelesi içerisinde bulunmuşlardır. Bu ülkeler Osmanlı idaresindeki iktidar sahiplerini ve bölge halklarını bağımsızlıklarını kazanmaları, topraklarının kendilerine verileceği ve daha refah yaşam sürebilecekleri konusunda Osmanlıya karşı kışkırtmışlardır. Böyle bir ortamda Osmanlı varlığını devam ettirebilmek,  kaybedilen topraklarını geri almak ve ekonomik olarak kıskacında bulunduğu bu iki ülkeden kurtulmak amacıyla 1’inci Dünya Savaşı’nda Almanya’nın yanında savaşa ortak olmuştur. Almanya’nın farklı sebeplerle Avrupa’da başlattığı bu savaş Osmanlının İttifak Devletleri içerisinde yer alması sonucu Ortadoğu ve Sovyetler Birliği’ni de savaşın içine çekmiştir.

28 Temmuz 1914 yılından başlayarak 11 Kasım 1918  yılına kadar devam eden savaş sırasında Osmanlı tarafından açılan cephelerden biride Filistin-Suriye Cephesi’dir. 1915 ve 1916 yıllarında İngilizlerin kontrolündeki Süveyş Kanalını ele geçirmek ve Mısır’ı kontrol etmek isteyen Osmanlı, iki Kanal Harekatı düzenlemiş ve iki harekatta da istediği sonuca ulaşamamış; İngilizlerin ayaklandırdığı bölge halkı bu başarısızlıkta etkili olmuştur. Sonuç olarak; Osmanlı Ordusu Suriye’ye kadar geri çekilmiştir.

Mekke (05 Haziran 1916) ve Bağdat’tan (1917) sonra Kudüs (09 Aralık 1917) İngilizlerin eline geçen üçüncü kutsal şehir olmuştur. Bölge için askeri tedbirler alınmasına rağmen kuvvetlerin sayıca yetersizliği, Arapların İngilizlerin tarafında yer almaları sonucu 25 Eylül 1918’de Amman,   30 Eylül 1918 tarihinde Şam elden çıkmıştır. Ayrıca Fransız ve İngiliz kuvvetleri denizden de donanma yardımı alarak, 08 Ekim 1918’de Beyrut’a girmişlerdir. Bundan sonra Yıldırım Ordularının Halep’te toplanması kararlaştırılmıştı[2]. Mustafa Kemal Paşa’nın Halep’teki mevzi başarılarına rağmen, 30 Ekim 1918 tarihinde Mondros Mütarekesi’nin imzalanması ile Osmanlı’nın bölgedeki hakimiyetine son verilmiştir.

Britanya İmparatorluğu, özellikle Sina-Filistin Cephesi’ndeki mücadelenin akıbetinin belirlendiği 1918 yılında, farklı din (Hristiyan, Hindu, Sih, Müslüman ve Musevi), ırktan gelen ulusları, sahip olduğu teşkilat becerisi, istihbarat çalışmaları ve toprak-bağımsızlık vaatleriyle bir bayrak altında toplayarak Türklere karşı savaştırmış ve zafer kazanmıştır. Osmanlı ordusu ise, sayısal üstünlüğünü daima muhafaza eden Mısır Sefer Kuvveti karşısında, esasen Anadolu kökenli insan kaynağıyla yetinmek zorunda kalarak, kadro eksikliğiyle yüzleşmek zorunda kalmıştır. Bu durum Britanya ordusu karşısındaki taarruz ve savunma gücünü zayıflatmıştır.[3]

Bu kısa tarihçede Şam Eyaleti’nde yaşananları özetlemeye çalışırken, tarihe ve tarihin içinde barındırdıklarına, tarihi kişiliklere haksızlık etmemem gerektiğini daha iyi anladım. 619 yılda kazanılan tüm toprakları korumak isteyen Osmanlı, her türlü arzu ve insanüstü gayrete rağmen 1800’lerin sonundan 1918 yılına kadar devam eden son elli yılda arkasında yüz binlerce şehit, yüz binlerce eser bırakmış ve dönemini tamamlayarak bugünkü Anadolu topraklarına çekilmiştir.

1’inci Dünya Savaşını kaybeden Osmanlı Devleti ile İtilaf Devletleri arasında 30 Ekim 1918’de imzalanan Mondros Mütarekesi uyarınca Suriye, Yemen, Irak, Hicaz ve Libya’daki Osmanlı varlığına son verilmiştir. Ateşkes Antlaşması önemli olmakla birlikte; bu anlaşma öncesinde İngiltere, Fransa ve Sovyetler Birliği arasında 16 Mayıs 1916 tarihinde, Londra’da imzalanan ve Ortadoğu’daki ülkeler ile komşularımız arasındaki bugünkü yapay sınırları belirleyen, Osmanlı imparatorluğunun Anadolu ve Ortadoğu’daki topraklarının paylaşımını ele alan, Sovyetler Birliğinde Çarlık Rusya’nın devrilmesi ile sonuçlanan Bolşevik devrimi olmasa belki de sonsuza kadar gizli kalacak Sykes Picot Antlaşması, bugün bölgede ortaya çıkan sorunların ana sebebi olarak karşımıza dikilmektedir.

İngiltere ve Fransa 1910’lu yıllarda Araplara, Osmanlılara karşı ayaklanırlarsa ve Osmanlı İmparatorluğu çökerse, bağımsızlıklarına kavuşacakları yönünde verdikleri sözü de tutmamışlardır. İngilizler, Irak’tan çekilmemekle birlikte 1932 yılında Irak’a bağımsızlık tanırken, Güney Yemen’den 1967 yılında çekilmişler, Ürdün’den ise 1957 yılında çıkmışlar, 1948 yılında mandaları altında bulunan Filistin’de İsrail Devleti’nin yaratmışlardır.

Sykes Picot ile sınırları belirlenen Irak, Ürdün ve Filistin İngiltere etkisine girmiş; yine bu antlaşma ile sınırları belirlenen Suriye ve Lübnan Fransızların kontrolünde kalmış; Kuzey Afrika için sınırlar bu antlaşma ile çizilmiş olmasa bile Mısır ve Yemen İngiltere yönetiminde kalmış; Mağrip dediğimiz Kuzeybatı Afrika Bölgesi (Günümüzde Mağrip, Tunus, Cezayir, Fas, Libya ve Moritanya‘yı kapsamaktadır) Fransa tarafından kontrol altına alınmıştır.

İşte bu gizli plan sonucu oluşturulan birer kalın düz çizgiden ibaret hudutlar sonucunda Ortadoğu’da karmakarışık bir yapı ortaya çıkmıştır. Söz konusu antlaşma sonucunda; İngiliz ve Fransızların verdikleri sözleri tutmayarak 1’inci Dünya Savaşı’ndan sonra bölge ülkelerine bağımsızlıklarını çok geç teslim etmeleri nedeniyle bu sömürgeci düzene karşı askeri rejimlerde kendini ifade eden milliyetçilik yükselişe geçmiş, sınırlar çizilirken bölgedeki etnik ve mezhebi farklılıklar dikkate alınmamış ve belki de gelecekte yaşanacak sorunların temeli atılmış (söz konusu mezhebi ve etnik farklılıklar güçlü ve otoriter yöneticiler tarafından bastırılmış olsa bile bugün yaşanan problemlerin esas sebebini oluşturmaktadır), çok geç ortaya çıkan bu devletlerde milliyetçilik, laiklik ve İslami anlayış şeklinde özetlenebilecek kimlik sorunu ortaya çıkmış ve toplumsal dokudaki karşıtlıkları ortadan kaldırabilecek kültür ve demokratik anlayış oluşturulamamış, devlet düzeni sağlanamamıştır.

Suriye’nin stratejik önemi sahip olduğu kaynaklardan değil bölgedeki konumundan ve petrol üreten Ortadoğu ülkeleri ile sınırları ve Afrika’ya olan yakınlığından kaynaklanmaktadır. Suriye’nin ticaret yolları üzerinde bulunması ve bölge ülkelerine yönelik askeri harekatların geçiş noktası olması nedeniyle lojistik destek üssü olarak kullanılmaya müsaittir. Ayrıca; Akdeniz’e kıyısı olması nedeniyle Suriye kritik bir öneme sahiptir. Rusya Federasyonu’nun uzun bir süredir Akdeniz’i kontrol ve bu bölgedeki gemilerin tamir ve ikmali  amacıyla Suriye’nin Tartus şehrinde deniz tesisi bulunmaktadır.  Türkiye’nin sınırları arasında en uzunu 911 km kara sınırımız olan Suriye sınırıdır. Bu sınır, ilk önce 1921’de bu toprakları elinde tutan Fransa ile yaptığımız Ankara Antlaşması ile çizilmiş, 1939’da Hatay’ın Türkiye’ye katılması ile bugünkü şeklini almıştır.

Osmanlının Şam’dan çekilmesine yol açan savaş sırasında İngilizlerle birlikte Osmanlıya karşı savaşan Mekke Emiri Şerif Hüseyin’in oğlu Prens Faysal, 1920 yılında Suriye ve Lübnan’ın Fransızların mandasına verilmesi üzerine Suriye’den sürgüne gönderilmiştir. İngilizlerin Irak’ta şiddetli bir direnişle karşılaşması üzerine bu baskıyı kırabilmek için Bağdat’a geri getirilen Emir Faysal İngilizlerin güdümünde 1921-1933 yılları arasında ölümüne kadar Irak kralı olarak kalmıştır.

Suriye, Fransız mandasına girdiği tarih olan 1920 yılından bugüne kadar devam eden süreçte iç barışını hiçbir zaman sağlayamamış, ülke içinde Fransızlara karşı devamlı ayaklanmalar olmuş, birçok askeri ve siyasi darbe ile karşılaşmış, milli birliğini ve beraberliğini koruyamamış, Baas Partisinin (2’nci Dünya Savaşından sonra manda yönetimlerin son bulması için halkın arasında yetişen aydın kişilerin oluşturduğu,  Arap milliyetçisi –Pan Arab- ideolojisi ile kurulmuş, kurucuları Mişel Eflak ve Salah Bitar olarak kabul edilen ve değişik ülkelerde sol veya sağ anlayışı benimseyen bir harekettir[4]) bölgede harekete geçirdiği Arap milliyetçiliği ile oluşan askeri ve otokratik yönetimlerin idaresinde kalmıştır.

Bölge halklarına bağımsızlık vadeden bu devletler bölgedeki varlıklarını sürdürmek için her yolu denemişler, kendilerine yakın yönetimler oluşturmuşlar ve halkı öldürmekten sakınmamışlardır. Fransızlar, ancak 1946 yılında Suriye’den son askerlerini çekebilmiştir. Bu dönemde Arap tarihi açısından önemli dönüm noktalarından biri olan, 10 Haziran 1967’deki  Altı Gün Savaşı yaşanmıştır.

Arap İsrail Savaşından sonra Suriye’ye ait Golan Tepeleri’ni işgal eden İsrail, uluslararası hukuku hiçe sayarak bölgedeki demografik yapıyı değiştirmek için bölgeye Yahudi yerleşim yerleri kurmaya başlamıştır. İsrail işgalin sebebi olarak Arap ülkelerine karşı güvenlik kaygılarını öne sürmekte, Golan Tepelerini bir askeri tampon bölge olarak kullanmakta, su ihtiyacını karşılamak için bölgeye önem atfetmekte ve dini kitabında Golan’da bahsedilmesinden dolayı bölgeyi kutsal saymaktadır. Suriye ve İsrail arasında 50 yıldır çözülemeyen bu anlaşmazlık, toprak sorunu olmaktan öte tamamen güvenliğe ilişkin elinde bulundurana savunma hattı oluşturması ve gözetleme imkanı vermesi nedeniyle askeri üstünlük sağlayan önemli bir meseledir. Belki de bugün Suriye’de yaşananların ana sebeplerinden birini oluşturmaktadır.

1946 yılından 1970 yılına kadar Suriye’de darbeler dönemi yaşanmıştır. 1970 yıllında yapılan darbenin içerisinde yer alan Hafız Esad, 1971 yılında ülkenin cumhurbaşkanı olarak seçilmiştir. 1971 yılında başlayan Hafız Esad dönemi 2000 yılında ölümüne dek devam etmiş ve ölümünden sonra oğlu Beşar Esad Cumhurbaşkanı olarak seçilmiştir.

Hafız Esad döneminde akıllarda kalan ve Suriye’de yaşanan en önemli olaylardan birisi Hama şehrinde yaşanan ölümcül olaylardır. Mısır’da Hasan el-Benna tarafından kurulan ve onun öldürülmesinden sonra Seyyid Kutub (idam edilmiştir) tarafından yönetilen Müslüman Kardeşler Cemiyeti zamanla Ortadoğu’nun diğer ülkelerinde değişik adlarla etkinliğini göstermiştir ve hala etkisini sürdürmektedir.  Müslüman Kardeşler’in etkin olduğu ülkelerden biri olan Suriye’nin Hama kentinde Şubat 1982’de giriştiği ayaklanmanın Hafız Esad yönetimince bastırılması sırasında  binlerce kişi[5]  öldürülmüştür. Başka kaynaklarda söz konusu ölümlerin 25-30 bin arasında olduğu tahmin edilmektedir. Farklı kaynaklarda bu ayaklanmanın sebebini oluşturacak ölüm olaylarının rejim güçleri tarafından planlı bir şekilde adım adım hazırlandığına dair zıt görüşler de bulunmaktadır.

Müslüman Kardeşler (İhvan-ı Müslim), aslında yıllarca Ortadoğu ülkelerinden elini çekmeyen ve bu ülkelere barış yerine savaş ve korku salan Batılı devletlere karşı bağımsızlık ve özgürlük mücadelesinin sembolü olarak ortaya çıkan, ilk yıllarında Müslümanlara yardım ve eğitim amacı güden, bölge ülkelerinde güçlendikten sonra bölgedeki baskıcı Baas Partisi yönetimleri ile monarşilere karşı mücadelede bulunan,  siyasi İslam anlayışını ilk ortaya atan ve İslam’ı hem bireyin hem de devletin hayatında yerleştirmek için mücadeleyi kabul eden bir örgütlenmedir.

Nüfusu 18 milyon olan Suriye’nin demografik yapısı içerisinde etnik yapı incelendiğinde %83 Arap, %7 Kürt, %6 Türk, %4 Ermeni ve diğer grupların olduğu; dini yapının %91’ini Müslümanların (%81 Sünni, %10 Nusayri), %6’sını Hıristiyanların ve %3’ünü ise Dürzi ve diğerlerinin oluşturduğu görülmektedir. Burada açıkça belirtmek istediğim hususlardan en önemlisi etnik ve dini yapıyı araştırmam sırasında farklı kaynaklarda birbirinden farklı sonuçlara ulaşılması yanında il ve hatta ilçe ve köy bazında bu yapıların çalışılmış olmasıdır. Bu durumun Yugoslavya örneğinde yaşadığımız sonuçları beraberinde getirebileceğini de çok iyi değerlendirmemiz gerekmektedir.

Nusayriliği inanç sistemi dâhilinde inceleyen bir tezde Nusayrilik şu şekilde özetlenmiştir. “İslami bir mezhep olmasının yanında inanç sistemini oluşturan inanç ve uygulamalar, geçmişte yaşamış çeşitli kültür ve inanç biçimlerinden sentezlenerek günümüze kadar gelmiştir. Fakat savunulan birçok fikir, Sünni Ortodoks İslami yorumun kabul etmediği inanç esaslarına sahip olduğu için dışlanmıştır. İfade edilen birçok uygulamanın hem Türkiye Nusayrileri, hem de Suriye Nusayrileri beraber düşünüldüğünde, toplumsal değişmeler de göz önüne alınırsa ifade edilen inanış yöntemlerinin birebir uygulandığı söylenemez, bazı ibadet şekilleri ve inanç sistemleri muhakkak zamanla değişime maruz kalmıştır.”[6]Başka çalışmalarda Nusayriliğin, Batıni bir yorumu ihtiva eden Şiiliğin bir kolu olduğu, inanç sistemi ve ibadet pratiği açısından Anadolu Aleviliğinden ayrıldığı ve Arap Aleviliği şeklinde tanımlandığı da belirtilmektedir.

Etnik ve dini yapı incelendiğinde Suriye’de süren iç savaşın sebeplerini kolayca görebilmek mümkündür. Sünni gruplar, 1970 yılından günümüze kadar ülkenin Nusayriler ve Hıristiyanlar tarafından yönetildiğini, kendilerine iktidar olanaklarından pay verilmediğini, özgürlüklerinin kısıtlandığını ve hatta dönem dönem sürgünlere ve ölümlere maruz kaldıklarını söylemekte ve gücün eşit paylaşılması gerektiğine inanmaktadırlar. Bu durumu aynı dine mensup iki inanç grubunun arasındaki bir çatışma olarak da yorumlamak mümkündür.

“Siyasi arenada Esad ailesinin etkin olması ve bu durumun Nusayri kimliğiyle özdeşleşerek aile bireyleri arasında yönetim kademelerinin taksim edilmesi, Sünni halkı harekete geçirmiştir. Esad ailesi iktidardaki meşruiyetini azınlık konumundaki dini gruplardan ve bilhassa mensubu bulunduğu Nusayri kesimden almakta olup, bu durumu halka ‘Nusayrilik İslam dairesindedir’ şeklinde almış olduğu fetvalar ile kabul ettirmek istemiştir. Böylece dini alanda da meşruiyet kazanacağını düşünen Esad ailesi yanılmış, Sünni halk bu durumu hiçbir zaman kabul etmemiştir.”[7] Suriye’de yaşanan ayaklanmaları ve iç savaşları salt mezhebi anlayışın etkisiyle oluşmuş şeklinde yorumlamak ve etnik ayrışmaları dikkate almamak, bölgedeki çıkar çatışmalarının dışında değerlendirmek çok sağlıklı bir analiz olmayacağı gibi gerçeklerden de uzak olacaktır.

Hafız Esad’ın 1970-2000, Beşar Esad’ın 2000-2011 yılları arasında yönetimde bulunduğu dönemin Türkiye ile ilişkilerinin yakından incelenmesi önem arz etmektedir. Özetlemek gerekirse, Hafız Esad döneminde Türkiye-Suriye ilişkileri Hatay meselesi, su sorunu ve PKK’ya verilen destek nedeniyle ilişkiler  yıllarca kopuk yürümüştür. 1998 yılındaki Öcalan Krizi sonrası imzalanan Adana Protokolü ile düzelmeye başlayan ilişkiler 2000 yılında Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer’in Hafız Esad’ın cenaze törenine katılmasıyla daha da iyileşmiştir[8].

2000 yılında başlatılan ilişkiler sonrası en güvenli sınırımız Suriye sınırı olmuş ve hatta sınırdaki mayınlı alanların temizlenmesi için çalışmalar başlatılmıştır. Öyle ki karşılıklı ticaret ve turist sayısında yüksek bir oranda artış olmuş, kış mevsimini Türkiye’ye göre daha ılıman bir iklime sahip olan Halep’te geçirmek için insanlar planlar yapmışlardır.

Beşar Esad döneminde, 2011 yılına kadar tarihi süreçteki tüm olumsuzlukları neredeyse yok edecek şekilde Suriye ile ileri seviyede ekonomik, siyasi, güvenlik, insani ilişkiler geliştirilmiştir. Bu konularda hayata geçirilmek üzere birçok proje geliştirilmiş ve bunların bir kısmı hayata geçirilmiştir.

Ortak kader, ortak tarih, ortak gelecek; El kader el müşterek, Ettarih el müşterek, El müstakbel el müşterek” ortak sloganıyla devam eden iki ülke arasındaki ilişki, Beşar Esad yönetiminin Mart 2011’de Suriye’nin  Dera şehrinde başlayan ve daha sonra Hama, Humus, Banyas, Halep ve Şam’ın kenar mahallelerine kadar yayılan rejim karşıtı gösterilerde sivillere karlı şiddet kullanması, olağanüstü hal ilan etmesi ve reform çağrılarına cevap vermemesi sonrasında belki de en kötü dönemine girmiştir. Suriye’de merkezi hükümetin gücünün zayıflaması ve neredeyse yok olması sonrasında ise Türkiye’nin karşısında aniden  birden fazla cephe ve terör örgütü (PKK, YPG, DEAŞ, El Nusra) ortaya çıkmıştır.

Rejimin sivil halkın taleplerine ölümle karşılık vermesi sonrasında uluslararası toplumla birlikte hareket eden ve sivil toplumun demokratik taleplerine cevap verilmesi gerektiğini savunan Türkiye bir anda Suriye için hasım bir ülke haline gelmiştir.

Kasım 2012 ayında Katar’da oluşturulan “Suriye Muhalif ve Devrimci Güçler Ulusal Koalisyonu”, ABD, İngiltere, Fransa, Türkiye ve Körfez Ülkeleri tarafından Suriye halkının yasal temsilcisi olarak kabul edilmiştir. 114 ülke ve 13 uluslararası kuruluş tarafından Suriye halkının meşru temsilcisi olarak tanınan ve Suriye muhalefetinin merkezi ve omurgasını temsil eden Suriye Ulusal Koalisyonu, İstanbul merkezli olarak çalışmalarına devam etmektedir[9].

Bu tarihten sonra söz konusu Koalisyonun içinde yer alan unsurlar ve Rejime karşı savaşan diğer örgütler kendi aralarında anlaşmazlık içine düşmüşler, yüzlerce parçaya bölünerek güçlerini zayıflatmışlar, Suriye’de bir anda ortaya çıkan DEAŞ arka arkaya başarılar kazanmaya başlamış, DEAŞ ülkedeki bazı grupların desteğini alırken Batı tarafından desteklenen Özgür Suriye Ordusuna ve Kürt gruplara karşı bir mücadeleye girişmiştir. Suriye Rejimi ve Suriye Rejimine muhalif tüm örgütler ile DEAŞ içerisinde Suriyeli olmayan binlerce  yabancı savaşçı (ideolojik, dini, etnik, maddi sebeplerle diğer ülkelerden savaşa katılanlar) bölgede türemiştir.

Suriye ve Irak’taki DEAŞ varlığını ortadan kaldırmak maksadıyla ABD liderliğinde Ağustos 2015’te DEAŞ’la mücadele koalisyonu kurulmuştur. Söz konusu koalisyon 15 ülkeden oluşmakta fakat Türkiye’nin de aralarında bulunduğu 70’den fazla ülkenin desteğini almaktadır. Bu ülkeler hava saldırıları düzenlemekte, Irak ve Suriye’de DEAŞ’a karşı savaşan bazı gruplara askeri danışmanlık ve insani yardım sağlamaktadır.

2010 yılından itibaren kitle imha silahı ve özellikle kimyasal silah stoku bulundurmak ve kullanmakla suçlanan Suriye Rejimi saldırılar altında varlığını günümüze kadar devam ettirmiştir.

Suriye’deki denklemi çözebilmek çok zor bir hal almıştır. Rusya ve İran fiilen Suriye’de bulundurdukları resmi silahlı güçleri veya paramiliter (resmi olmayan silahlı güçler) grupları ile Suriye Rejimini desteklemekte, Lübnan’da resmi siyasi ve silahlı gücün bir parçası olan Hizbullah Suriye Rejimi tarafında saf tutmakta, ABD silahlı güçleri ile bölgede varlık gösterirken diğer yandan Kürt grupları Rejime karşı silahlandırmakta, Batılı ülkelerinin tamamı Rejimin bir an evvel devrilmesi için tüm imkanlarıyla çalışmakta, İsrail yıllardır sorunlu olduğu belki de en sert komşusunun yerle bir edilişine hava desteği verirken bölgedeki en büyük düşmanının yok oluşunu gözlerini dikmiş seyretmekte,  Türkiye Rejim karşıtı tavrını sürdürerek Özgür Suriye Ordusu ile DEAŞ ve YPG’ye karşı ortak harekat düzenlemekte, Arap ülkelerinin her biri ayrı bir muhalif grubu desteklemektedir.

Suriye’de ortaya çıkan yüzlerce muhalif örgütün ortak bir anlayışta nasıl bir araya geleceği sırrını korumakta ve Suriye 50-60 yıl daha sürebilecek bir kaos, sivil savaş, büyük göç dalgaları ve ölümler yaşamaktadır. Uluslararası ve bölgesel güçlerin tamamının bölge için farklı planları ve hedeflerinin olması bölgedeki sorunu içinden çıkılmaz bir hale getirmektedir. 

Dışişleri Bakanlığının “2018 Yılına Girerken Girişimci ve İnsani Dış Politikamız” başlığı verilen 2018 yılı temel dış politika kitapçığında Afganistan 44, Yemen 17 ve Suriye 97 kez yer almıştır. Tekrar sayısını Suriye’ye verilen önemin ve önceliğin bir göstergesi olarak da yorumlamak izahtan uzak olmayacaktır.

Aynı belgede Türkiye’nin Suriye politikası “Suriye’nin toprak bütünlüğünün ve birliğinin korunması, ülkede akan kanın durması ve Suriye halkının meşru taleplerinin karşılanmasına yönelik siyasi dönüşüm sürecinin barışçı şekilde sonuçlandırılması, Suriye’deki gelişmeler karşısında ülkemizin ilk günden bu yana izlediği politikanın temel parametrelerini oluşturmaktadır”[10] şeklinde yer almaktadır. Türkiye’nin en önemli politikası ise bir oldu bittiyle sınırlarında PKK/YPG terör örgütünün kontrolünde bir bölge oluşturulmasını engellemektir.

Suriye’de 7 yıldır yaşanan savaşın en ağır yükünü her yerde olduğu gibi çocuk, kadın ve yaşlılar çekmektedir. Bu süre içerisinde tüm tarafların taksirli veya taksirsiz saldırıları sonucunda 400 binden fazla insanın yaşamını yitirdiği (465 binden fazla[11]), yaralı sayısının ise güvenilir bir istatistik tutulamadığı için bilinmemekle beraber çok daha fazla (1 milyondan fazla) olabileceği tahmin edilmektedir. Ölenlerin yaklaşık  27 bininin ise savaşan tüm tarafların saldırılarından etkilen çocuklar olduğu tahmin edilmektedir[12].

Yine aynı zaman diliminde nüfusun yarıdan fazlası yaşadıkları yerleri terk etmek zorunda kalmıştır. 6,1 milyondan[13] fazla insan ülke içinde yer değiştirmek zorunda kalırken, 5,6 milyondan fazla insan uluslararası göçmen pozisyonuna düşerek ne kadar süreceği belli olmayan vatansız insanlar grubu oluşmuştur. Ülkesini terk eden 3,3 milyondan fazla Suriyeliye Türkiye ev sahipliği yapmaktadır[14].

Ülkemiz yarısı çocuklardan oluşan Suriyelilere hiçbir ülkenin yapmadığı ve yapmayacağı şekilde kapılarını açmıştır. Fakat özellikle çocukların geleceğe hazırlanmasına yönelik çalışmaların artırılmasına ihtiyaç bulunmaktadır.

Ülkemiz tarafından Suriyeliler için merkezi bütçeden yapılan harcamalar uluslararası standartlara göre 15 milyar ABD Doları’nı aşmıştır. Söz konusu rakam belediyeler ve STK’ların katkılarıyla birlikte 30 milyar ABD Doları’nı bulmuştur. Uluslararası toplum tarafından ülkemize yapılan yardımlar ise beklentilerin çok altında kalmıştır (AB’nin taahhüt ettiği ilk 3 milyar Avro’luk dilimden 1,1 milyar Avro’luk kısım ülkemize ulaşmıştır).[15]

İç savaşın devam ettiği Suriye’de ekonomik göstergeler hiçbir şey ifade etmeyeceği gibi sağlıklı veriler elde edilemeyeceği ortadadır. Ülkedeki şehirlerin neredeyse tamamı harabeye dönmüş, tüm sanayi tesisleri yerle bir edilmiş, insanlar ölümle yaşam arasında sıkışıp kalmıştır.

Tarihleri boyunca işgal altında kalan bölge ülkelerinden biri olan Suriye’de bölgedeki diğer ülkeler gibi bağımsızlığını çok geç elde etmiş, ülkedeki etnik ve mezhebi ayrılıkları ortak gelecek kültürü ve hep birlikte yönetim anlayışıyla perçinleyememiş, millet olma şuurunu yakalayamamış, ülke içerisinde bitmek bilmeyen iktidar mücadelelerine sahne olmuş, dünya güç dengesi içerisinde taraf olmaya zorlanmıştır.

Hafız Esad 10 Haziran 2000 tarihinde vefat ettiğinde arkasında Baas Partisi, ordu ve istihbarat servisleri içinde Nusayrilerin tartışılmaz üstünlüğü bulunan güçlü bir devlet bırakmıştır. Piruze işte bu dönemde Suriye’de görev yapan babası diplomat olan bir Türk ailenin kızıdır. Yıllar önce Sinan Akyüz’ün “Piruze Şam’da Bir Türk Gelin” adlı romanını okurken hem anneannemin adına ilk defa rastlamış hem de Hafız Esad döneminin Muhaberat’ının insanların yaşamının içine nasıl girdiğini, özgürlüklerin nasıl kısıtlandığını, Suriye’de geleneksel ataerkil yapı içerisinde yaşamanın zorluğunu hissetmiş, Şam ve Halep’in o dönemdeki sosyal ve kültürel dokusuna tanık olmuştum. Suriye’ye ilgim bu vesileyle başlamıştı.

Annem ölümünden önce Bursa’nın bir ilçesinde iki katlı bir evin üst katında tek başına yaşamını sürdürmekteydi. Eşim ve çocuklarımla annemi ziyarete gittiğimde tanıştım ilk başlangıçta isimlerini saydığım aile ile. Annem evin alt katında oturan kimse olmadığı için Suriyeli bu aileye kapısını ve kucağını açmış, mahallelinin de yardımlarıyla bu aileyi alt kata yerleştirmişlerdi. Evin en büyüğü Ahmet bakkaldan her gün annemin ekmeğini getirir teslim ederdi. Annemin Mecit’i daha çok sevdiğini Mecit’in de ona daha sıkı sarıldığını hissederdim. Çünkü onun benim oğluma çok benzediğini ifade etmişti bana.

Annem öldüğü gece yanında ablam vardı. Ablam üzüntüsünden her şeyi unutunca annemi son yolculuğuna Fatma’nın duaları ile uğurlamışlardı beraber. Annem vefat ettikten sonra da aynı aile burada oturmaya devam ediyor ve biz tatillerde annemin evine gittiğimizde görüşmeye devam ediyoruz. Alt kattan gelen Halep çarşısının çok da alışık olmadığımız kesif baharat kokuları sarıyor her bir yanı. Fatma’nın elleriyle hazırladığı Şam’ın güzel ve meşhur tatlılarını tatma imkanı buluyoruz. Çocuklar bizim çocuklarımız, gelecekte onları nelerin beklediğini bilemiyorum lakin geleceklerinin daha zor, karmaşık, ölümcül olmamasını temenni ediyorum.

02 Eylül 2015 tarihinde Bodrum’dan Yunanistan adalarına geçmeyen çalışan Suriyeli bir ailenin 3 yaşındaki Aylan ve 5 yaşındaki Galip Kurdi adlı çocuklarının kıyıya vuran minik bedenlerini gazetelerde gördüğümüzde gözyaşlarımızı tutamamış; insanlık kıyıya vurdu demiştik hep beraber. Bu yazıyı okurken acıları nede çabuk unuttuğumuzu hatırlayacağız.

En büyük dileğim bölgemizde süren ölümlerin bir an önce son bulması ve insanlığın artık ayağa kalkmasıdır.

 

 

[1] Ahmet Emin Dağ, SURİYE Bilad-i Şam’ın Hazin Öyküsü, İnsani Yardım Vakfı, 2013

[2] https://ipfs.io/ipns/QmVH1VzGBydSfmNG7rmdDjAeBZ71UVeEahVbNpFQtwZK8W/wiki/Filistin_Cephesi.html

[3] Nuri Karakaş, Tarih İncelemeleri Dergisi XXVIII / 1, 2013, 151-173, Sina-Filistin Cephesi’nde Britanya Ordusu:  Teşkilat ve Kadro

[4] Bilal Gedikoğlu, Kuruluşundan Günümüze Baas Partisi, 2013, http://akademikperspektif.com/2013/12/03/kurulusundan-gunumuze-baas-partisi/

[5]   Ahmet Yamaç, “Mısır’da Müslüman Kardeşler Cemiyeti Dünü, Bugünü ve Yarını” Yüksek Lisans Tezi, İstanbul, 2015

[6] Sevinç Çitil, “Ortadoğu’da Devlet-Mezhep Pragmatizmi Doğrultusunda Oluşturulan Politikalar: Suriye’de Yönetimi Şekillendiren Nusayriler” Yüksek Lisans Tezi, Bolu, 2013

[7]   Ali Mert Karaköy, “Teopolitik Açıdan Nusayrilik ve Ortadoğu Politikaları Yüksek Lisans Tezi, Çanakkale, 2016

[8]   http://akademikperspektif.com/2013/06/16/gecmisten-gunumuze-turkiye-suriye-iliskileri/

[9]   http://www.mfa.gov.tr/turkiye-suriye-siyasi-iliskileri-.tr.mfa

[10]  T.C. Dışişleri Bakanlığı, 2018 Yılına Girerken Girişimci ve İnsani Dış Politikamız (17 Aralık 2017), s.79

[11]  https://www.aljazeera.com/news/2016/05/syria-civil-war-explained-160505084119966.html

[12]  https://www.cnnturk.com/dunya/suriyede-7-yili-bulan-savasta-26-binden-fazla-cocuk-oldu

[13]  https://edition.cnn.com/2013/08/27/world/meast/syria-civil-war-fast-facts/index.html

[14]  T.C. Dışişleri Bakanlığı, 2018 Yılına Girerken Girişimci ve İnsani Dış Politikamız (17 Aralık 2017), s.11

[15]  T.C. Dışişleri Bakanlığı, 2018 Yılına Girerken Girişimci ve İnsani Dış Politikamız (17 Aralık 2017), s.20

YORUMLAR Bu Yazıya Henüz Yorum Yapılmadı.. Belki İlk Yorumu Sen Yapmalısın..

Akçaabat Postası SON DAKİKA: