Sizin hiç babanız öldü mü?
Benim bir kere öldü kör oldum
Cemal Süreya
Veririm Sizi Raskolnikova
Babam Hacıdır. Ama öyle oduna su katıp satanlardan değil, Dostoyevski okuyanlardan. Öyle ki, küçükken yaramazlık yaptığımızda “Veririm sizi Raskolnikova” diyerek korkuturdu bizi. Bu ismi duyar duymaz, sessizlik yorganını üzerimize çekip uyumayı tercih ederdik ağabeyimle. Raskolnikovun kim olduğunu, babamın bizi ona neden vermek istediğinden bihaberdik oysa. Ama yinede telaffuzu zor olan bu isim, bizde bir korkuya neden oluyordu her seferinde.
Hayatının her metresinde bir kahraman vardı. Günlük olayları anlatırken bile, anlattığı konuyu roman kahramanlarının isimlerini kullanarak zenginleştirmeyi çok severdi. Bazen de şairlerin ismini söyleyip, dizeler ile açıklardı zihnindeki düşünceyi.
Ama en çok Rus edebiyatını severdi. Bir keresinde kış olanca şiddetiyle devam ederken, sobanın etrafında bizi toplayıp Peçorin’in hikâyelerini anlatmıştı. Düşünsenize, aramızda koskoca Karadeniz varken ve yaşadığımız topraklar onca kahraman yetiştirmişken, o gidip karşı kıyının kahramanlarını anlatıyordu. Yok, Peçorin eşkıyalar tarafından esir alındığında şöyle yaptı, yok kaçakçılar etrafını sardığında böyle kaçtı, yok askerlere esir düştüğünde falan filan. Çocuk dünyamızda asla yeri olmayan Peçorin’in hikâyesi bizi sıksa da, aldığımız “baba disiplini” ile ne mümkün sobanın arkasındaki tahta divandan kalkmak. Sabırla bekliyorduk ağabeyimle “anladınız dimi” bitiş ikazını.
Nedense yıllar sonra babamın bu ikazı, Donanma gemilerinin limana yanaştıklarında sahile verdikleri halatın babaya geçirildiğinde çalan silistreyi aklıma getirdi. Bu silistre çalmadan, limana vardığını anlamazsın. “Anladınız dimi” bizim için bir nevi, babamın varmak istediği limana bağlanan halattı.
80 yılının 12 Eylül’üydü.. Sabah kahvaltımızı yapmış, okul hazırlığı yaparken babam işe gitmek için evden ayrılmıştı. Yaklaşık bir saat sonra babamın geri geldiğini gördük. Annem, gözlerindeki şaşkınlık ifadesiyle babamın bir şeyler söylemesini bekliyordu. “Darbe oldu, askerler sokağa çıkma yasağı olduğunu söyledi ve beni geri gönderdiler” dedi. Sekiz yaşındaki ben darbe kelimesinin anlamını hafızamda canlandırmaya çalışırken, gençlik yıllarımın yıllar sonra boşa idrak ettiğimde anlamıştım, darbenin manasını. Gelecek, geçmişti…
Salonda bir süre ayakucumdaki halının desenleri üzerinde zihnim ile otomobil sürdüm. Düz gittim, sağ yaptım, kavşaktan döndüm, yol bitti. Sessizliği babam bozdu, her zaman olduğu gibi. “Bu toprakların kaderinde var bu, Mustafa Kemal’den sonra pusuda bekleyen sırtlanlar istemez Anadolu’nun yeniden yükselmesini. Boşuna demedi Nazım Hikmet;
Ateşi ve ihaneti gördük
ve yanan gözlerimizle durduk
bu dünyanın üzerinde.”
Radyoyu açtık bir süre sonra. Hasan Mutlucan “Yine de şahlanıyor aman” türküsünü okuyordu. Dersiniz, birinci cihan harbinde Afyon’u geçtik İzmir’e ilerliyoruz. Bugün darbe olsa acaba TV ve radyolar nasıl program yapardı, merak etmiyor da değilim. Aman… Ne darbe olsun, ne de müzik yapsınlar insanları uyutmak için. Özgürlüğün olmadığı yerde, tek gerçek aşk…
Günlerimiz sokağa çıkma yasağından dolayı ev, bahçe ve bakkal üçgeni arasına sıkışmış devam ediyordu. Bakkala ekmek getiren fırın işçileri de olmasa, ilçe merkezinde olup bitenden haberimiz olmayacaktı. Sokağa çıkma yasağının ertesi gün kalkacağından, yine onların sayesinde haberimiz olmuştu. Ne yalan söyleyeyim, ben pek sevmiştim bu sokağa çıkma yasağını. Annem evde, babam evde, ağabeylerim evde, kız kardeşim evde. Ve aile olmanın renkliliğini ben, sokağa çıkma yasağı sayesinde doya doya yaşamıştım.
Yasak kalkıyordu, sevinsem mi üzülsem mi anlayamadım. Ama babam yine de yasağın kalkmasına çok sevinmişti. Bunun verdiği keyifle akşam yemeğinde parlatmaya karar verdi. Parlatmak dediysek, babam öyle içkiye çok düşkün bir adam değildir. Ancak, çok keyifli anlarında almayı tercih ederdi. O da topu topu iki kadeh bir şey. Masanın etrafında toplanmış akşam yemeğini yiyoruz. Babam birinci kadehten sonra sessizliği bozdu. “Cemal Süreya’nın Sizin hiç babanız öldü mü şiirini bilir misiniz dedi.” Masa etrafındaki bizler, birbirimize baktık. Ardından babam devam etti;
Sizin hiç babanız öldü mü?
Benim bir kere öldü kör oldum
Yıkadılar aldılar götürdüler
Babamdan ummazdım bunu kör oldum
diye şiirin tamamını ezberinden okudu. Bu şiirden sonra, bir süre sessizlik hâkim oldu masaya. Keyifle başlayan akşam yemeği, nedense biraz buruk tamamlandı.
…
Yüzümde sıcak bir el hissettim. Gözlerimi araladığımda, babamın yatağımın başında durduğunu fark ettim. Elinin yüzümde bıraktığı sıcaklık beni otuz beş yıl öncesinde unuttuğum, baba sıcaklığına götürdü. Uyku sersemi halimle babama Dostoyovski, Lermantov, Nazım Hikmet, Cemal Süreya, darbe dediğimi hatırlıyorum. Derin mavi gözlerinde ise, söylediklerimden hiçbir şey anlamadığını belirten bir bakış vardı sadece.
O sabah erken saatlerde Trabzon’a inmiş ve bulduğum ilk otomobil ile köydeki cenazeye yetişmek için acele etmiştim. Sahilde karla karışık yağan yağmur, köye çıktıkça kara dönüşmüştü. Öyle ki, bir yerden sonra otomobil ile gideceğim yere varma imkânım kalmamış, cenaze namazının kılınacağı caminin oraya otomobili bırakmak zorunda kalmıştım. Cenaze evine olan onca mesafeyi ise mecburen yaya olarak kat etmiştim.
Yağan kar omuzlarımda yük oluştururken, yıllar sonra geldiğim köy, çocukluğumun anılarını canlandırarak yeni yeni yükler oluşturuyordu yüreğimde. Defalarca küçük adımlar ile geçtiğim bu patika yolları, şimdi büyük adımlar ile aşıyordum.
Islanmıştım, üşümüştüm, cenazeden sora tekrar şehre dönmüş kendimi eve zor atmıştım. Islanan elbiselerimi sobanın etrafına serip, ilk bulduğum yatağa kendimi bırakıverdim. En son hatırladığım, babamın üzerime battaniye örttüğüydü.
Kaç saat uyudum hatırlamıyorum. Babamın o sıcak elini yüzümde hissettiğimde ise, ne Dostoyovski, ne de Cemal Süreya’yı babamın bilip bilmediğinin bir önemi yoktu.
Baba, bildikleriyle değil yaşattıklarıyla, babadır.
Erkan Ergül