Akçaâbat Postası’ndaki bu ilk yazıma biraz hazırlıksız yakalandım diyebilirim. Ama bundan sonra daha düzenli yazıp, özelde Akçaabat ve Trabzon tarihine ışık tutmaya çalışacağımı ifade etmek isterim. Ancak şimdi izin verirseniz, duyunca oldukça etkilendiğim, ayrıca bunu muhakkak yazmalıyım dediğim bir hikâye ile, üstelik Akçaabat’ımızda geçen bir hikâye ile sizlere merhaba demek istiyorum.
Trabzon’daki son İngiliz konsolosunun “denizden gelen delişmen havasından ve nemli ikliminden olsa gerek, ben de kendimi burada değişik hissediyorum” dediği gibi, sanırım Trabzon’unun çelebîsi tam çelebi, merti tam mert, delişmeni tam delişmen oluyor.
Denilebilir ki, çok katmanlı bir tarihe sahip olan Trabzon, bu özelliği ile hem bir gen havuzu hem de kadim zamanlardan beri bir medeniyet kavşağı misâli her zaman Karadeniz’in serbeyi olarak anıla gelmiştir. Vakıâ Trabzon; doğu için batı, batı için doğu olan bu özelliğiyle destansı bir geçmişe binyıllardan beri hâlen beşiklik yapmaktadır.
Trabzon’dan söz eden ilk yazılı kaynak Herodot’tur denilebilir. Ondan belki bir asır sonra bölgeden geçen Ksenophon “Anabasis: Onbinlerin Yürüyüşü” adlı eserinde Trabzon ve çevresine değinmiş ve buradaki sert mizaçlı saltık savaşçıları uzun uzun betimlemiştir.
Kumanlar’ın, Sabirler’in, Kıpçaklar’ın, İskitler’in, Alanlar’ın, Alizonlar’ın, Kimmerler’in hâtırası ve gen mirası Trabzon’un şahsiyetini çeliklemiş; bunun yanında antik yerel halklar olan Driller, Makronlar, Pontoslular, Tibarenler, Scytenler ve Kolkhlar ile bu delişmen yapı zirveye ulaşmış, hatta savaşçı İskit kadınlarının liderliğinde ‘Amazonlar’ adıyla tarihin epik sahifeleri arasındaki yerini almıştır.
Hikâyemiz ise bir Ney’in ve bir Neyzenin hikâyesi!
Sanırım, yapmış olduğum bu giriş ile hâlen bir bağlantı kurmakta güçlük çekiyorsunuz değil mi?
Olsun. Devam edelim. Çünkü, dediğim gibi hikâyemiz Trabzon, Akçaâbat’ta geçiyor…
Tarihin tozlu raflarına baktığımızda, özellikle antik ve klasik dönemlerde yoğun göçler ve yer değiştirmeler görürüz. Nitekim, 1400’lü yılların ikinci yarısında Fatih Sultan Mehmet de, ilkin İstanbul’dan sonra Trabzon’u fethedince ve ardından da Karamanoğulları Beyliği’ni imparatorluğa katınca, giderek büyüyen bir devletin iskan politikaları gereği Konya ve yöresindeki Türkmenler de böylece Gümüşhane ve Kürdün üzerinden Trabzon sırtlarına yerleştiriliyor… Sanırım Trabzon’un çelebiliği ve kadim sûfîliği biraz da bu tarihsel ardalana yaslanıyor…
Kanaâtimce, sözünü ettiğim bu Mevlevî-Çelebîlik, Trabzon’lu büyük mesnevihân ve ilim insanları olan Trabzonlu Hamamızâde İhsan Bey, Trabzonlu Köseç Ahmed Dede Efendi ve yine Trabzonlu dev sûfî-melâmî-şâir Tıflî ile birlikte Karadenizde biraz daha görünür olmuştur. Ne mutlu ki, bu tohumlama gel zaman git zaman Akçaâbat’lı bir sûfî olan Âlemdar Baba’nın hikâyesine kadar da ulaştırmıştır bizi…
Şâh Alemdar Baba, Akçaabat’ın Akçakale nâhiyesinde kendini sırlayan bir çelebîdir. Bu arada Akçakale deyip geçmeyin, burası da kadim ve antik bir limandır… Hinterlandı ise Çepni vadisidir. Tarihi vesikalara baktığımızda bu vadi Garziya, Eskiköy, Baltacı, Çilekli üzerinden güneye doğru Hıdırnebi Yaylasına ve oradan da Marzalli Obası’na kadar uzanır. Akçakale, aynı zamanda Denizci Akçaabatlıların karyesidir. Bu beldenin antik adı, Kordyle’dir… Bu kelimenin anlamı ise ‘Düğüm’dür… Trabzon Rum İmparatorluğu ile Selçuklu ve Akkoyunlu ve daha sonra da Osmanlı Türklerinin sık sık savaştığı ve bu savaşın düğümlendiği yerdir Akçakale… Nitekim adı da buradan gelmektedir.
İşte bu nedenle Kordyle, antik metinlerde kendine hâs övülesi özgünlüğüyle yer bulmuştur… Burası, sol omuzunu Yoroz Burnu’na yaslamıştır. Bu burun ise kutsal bir seyirlik hakim tepedir. Kayıtlara göre, Yoroz Burnu’nda yüksekçe bir kaidenin üzerinde, antik zamanların İstanbul’undan ve İtalya’sından gelen gemileri selamlayarak karşılayan bir Kral Hadrianus’un heykeli ve Athenas Tapınağı varmış… Tapınağı muhteşem olan bu dağın adının “İeron Oros: Kutsal Dağ” olduğu, zamanla da bu adın günümüze ‘Yoroz/Yoros’ olarak ulaştığı düşünülmektedir… Tapınağın arkasındaki derin orman ise dev yılanları ile meşhurmuş. Bu vadi hem kutsallığı, hem yabanıllığı hem de yılanların sır bekçiliği nedeniyle sanırım binyıllardır yerleşime kapalı kalmış ve hâlen de bu gizemli enerjisini günümüze kadar koruya gelmiştir.
Yoros/Yoroz Burnu’un bir kardeşi de İstanbul’dadır. İstanbul boğazından çıkarken, hemen sağa doğru kıvrılıp Anadolu kavağından yalı boyu yola çıkan ve yavaş yavaş rüzgârı yoklayıp Karadeniz’e yelken açan Argo gemileri, tam buradan dönüyorlarken yine ‘Yoroz Burnu’ dedikleri hakim tepenin önünden geçerek, istisnasız buradaki sunağı ve 12 tanrı heykelini selamlarlarmış. Böylece, konuk sevmeyen hırçın Karadeniz’de güvenli bir yolculuk yapmak ve Akçaabat’ın Akçakale karyesindeki diğer Yoroz Burnu’na selametle ulaşmak için ve de ardından Akçaabat’ın derin yataklı güvenli limanına demir atabilmek için hemen İstanbul çıkışındaki Yoroz Burnu’nun önünde gemi güvertesinde duâ ve ayinler yaparlarmış…
Akçakale’nin sol omuzu olan Yoroz Burnu’nu bu şekilde tanıttıktan sonra, şimdi sağ omuzuna geçeyim isterseniz.
Evet!
Akçakale’nin sağ omuzu ise Akçaabat’tır ve bu güzel belde de antik metinlerde Hermanossa adıyla anılır ki, sanki bu kelimeleştirme ve seslendirme “Harmanı Olsa” daha güzel olurdu diye bir çağrışım yapmaktadır… Gerçi Akçaabat’ın en eski mahallesinin Harmancık adıyla meskûn olduğu düşünülecek olursa, Harmancık ile Hermonassa adı arasında fonetik (sessel) ve betimsel bir ilintinin olması gerektiği dikkate şayandır.
Neyse konuyu dağıtıyorum. Farkındayım.
Devam edelim.
İşte böylesi antik ve otantik bir tarih ve medeniyet beşiği olan Akçakale’mizde, Alemdar Baba nâmı ile mâhut bir çelebî zat var imiş. Hâlen hayatta mıdır bilemiyorum ama, bu yazımda kendisini yakından tanıyanların bir anısını sizlerle paylaşmak istiyorum.
Öğrenebildiğim kadarıyla, uzun seyahatlerini emekliliğiyle taçlandıran ve daima hakikat arayışıyla Akçaâbatımıza nefes veren Alemdar Baba, ezeldeki takdire mutî bir teslimiyetle, tâ olgunluk yaşlarından beri Ney’e ve Neyzenliğe merak salmışmış. Hem bir üstad üfleyici (Nâyî) hem de kendi atölyesinde el işçiliği ile Ney yapabilen ve Ney dağlayan bir usta Nâyîçar (Ney Açar) olmuş.
Hikmet-i Hüdâ, Alemdar Baba, aynı zamanda bir deniz insanı olduğu için, farklı coğrafyalarda farklı tüccarlarla yolu sık sık kesişiyormuş. Bu seyâhatlerinin birisinde, kamış ticareti yapan, ithal ettiği kamışları, sandalye, masa veya aksesuar üreten mobilya imalatçılarına satan bir iş adamının işyerini ve deposunu ziyarete gitmiş.
Ofise doğru yönelmişken, kapının hemen sağında, yazıhanenin önünü süpürmek için kullanılan bir süpürgeye ve süpürgenin sapına gözü ilişmiş.
İçinde bir ürperti zuhûr etmiş. Sarrafın altını ısırmadan tanıdığı gibi, o da kamışı tanımış. Birbirlerine nazar etmişler. Bir Neşet Ertaş türküsündeki gibi, “gönülden gönüle bir yol vardır, yâr oy, yâr oy, yol gizli gizli…”
İşte o gizli yol ile gönülden gönüle aralarında kuş dilince konuşmuşlar. Alemdar Baba’nın nafîz nazarları kamışa vücud vermiş ve onun çileli inleyişlerine şahitlik etmiş. Süpürge sapı olan o kamış ta, artık mi’racını gerçekleştirmek ve böylece Hakk’ın nefesi olup nağmeleriyle halkın gönlüne girmeyi murad ettiğini orada ikrâr edip deyivermiş.
Alemdar Baba, nâzik bir üslupla tüccar dostuna, “Dışardaki kapı süpürgesinin insicamı ve intizamı pek hoş. Süpürge sapı olarak kullanıyorsun. Onu bana verir misin? Biraz da bizim kapımıza şahitlik etsin”, demiş.
Sehâvet ehli o güzel dost da gülümsemiş ve “Ne demek, depodan çok daha güzelleri var, oradan al istersen. Bunun boğumlarını elimizi acıtmasın diye keskin bıçakla kesip yonga yonga düzelttik. Hem dışarda çok yağmur yemiş bu dediğin kamış. Alt tarafı süpürge sapı. Sana daha güzellerini verelim”, demiş.
Alemdar Baba, o nurânî ve çelebî tebessümü ile “Eyvallah, ama ben o süpürge sapını istiyorum”, demiş ve “dur bir daha bakayım” diyerek gizliden izin alırmış gibi yaparak dışarı çıkmış ve en yakın nalburcuya koşar adım giderek gürgen ağacından iki tane süpürge sapı alarak tekrar arkadaşının yanına gelmiş.
Oğluna kız isteyen bir babanın tevazuû ve teennisiyle süpürge saplarından birini bırakmış, diğerini de hemen değiştirerek kamışın yerine takmış ve o kapıda iki yıldır süpürge sapı olarak kullanılan kamışı alarak sırra kadem basarmış gibi kendi fakirhânesine dönmüş.
Son derece üşümüş olan ve üzerinden iki kış ve zemheri ayazı geçmiş olan ve adeta sokaklarda yatıp kalkmış olan o kamışı sıcak odasına götüren Alemdar Baba, elindeki kamışı uyuduğu sedir yatağın başucuna koyarak ona demiş ki:
– Gel bakalım ey boğumları tırpanlanmış şekilde bir kapıda süpürge sapı olarak nasibini bekleyen kutlu kamış. Artık sana mi’râcını tamamlamak nasip olacak ve artık sen de konuşan bir hakikat olacaksın inşallah. Ancak, bunun için kendini bana teslim etmen gerek… Dahası, sana yedi delik açıp seni dağlamam ve içindeki tüm kiri pası temizlemem gerekecek. Buna râzıysan, seni burada yaratılış gayene uygun uzun bir yolculuk bekliyor. Halkın kulağından girip gönüllerine sinmek istiyorsan, evvelâ Hakk’ın sesi olabilecek şekilde âr-u pâk bir kab olman gerekiyor!
Şah Alemdar Baba’nın bu sözlerini işiten Ney kamışı boğumlarından boncuk boncuk terlemiş. Hem sevinçli, hem mahcup, hem müştâk, hem de meftûnmuş. Henüz inceltilmemiş olan o kaba sesiyle Şah Alemdar Baba’ya sormuş:
– Ey ulu kişi! Neden bize bu teveccüh? Bu nasibimizi ve bu keremli lütfunuzu neye borçluyuz? Bize varınca, nasıl oldu da bir karar verdiniz ve neden bu süpürge sapı?
Şah Alemdar Baba, Ney kamışına mütebessim bir şekilde cevap vermiş:
– Âşıkların gölgesi olmaz imiş. Nûr nûra gark olunca gölge yapmaz imiş. Seni, hikmet-i hüdâ, gölgen yok iken gördüm. İlkin bu husus dikkatimi celbetmişti. Hem melâmetlik makamında kendini kınayan ve kınatan meşrebin bana yürek açtı. Bu meşreb, nazarımızca ulu bir makamdır. Kınandığı hâlde, kapıda hakikatini sırlamak, hâlinden şikâyetçi olmamak nazarımızca pek yüce bir ahlâktır. İşte bu tiyneti sende gördüm. Sana cevr u cefâ ettikleri hâlde, sen yine de süpürgelik hizmetinden geri kalmayıp, kaderin sana yüklemiş olduğu bu vazifeyi eksiksiz (kemâl derecesinde) yerine getiriyorken seni görmek, gönlümü hoşnud edip cûşa getirdi. Bu nedenle senin adını “GÖLGE” koydum ve seni kendime ihvan bilip kardeşliğime aldım. Seni nefesime kaderdenk, bûselerime mihenk, hakikatime sinedâr, bâtınıma ayinedâr ve zahirime de pişekâr eyledim.
Bu sözler üzerine, artık ‘Gölge’ nâmıyla maruf olan Ney kamışı da cevap vermiş:
– Ey kutlu kişi. Bizi bize yazan kudret kalemine kasem ederim ki, artık seninim. Bu mülkünde dilediğince tasarruf edebilirsin. Bilirim ve bildirim ki, “Sevgilinin kapısını sabırla süpür, kapı bir gün açılacaktır.”
İşte o kapı senin inâyetinle aralandı. Artık kendimi senin mahirâne niyâzına ve hikmetli sanatına teslim ettim. Kamışlık yurdundan koparılıp, sonra da kavruk güneşlerde kurutulup süpürge sapı yapıldım! Vatan hasreti bir yana, melâmetlik (kınanmışlık) makamında süpürgelik hizmetime sabırla devam ettim. Ardından sen çıka geldin. Bir mürebbi-i mânevî gibi el verip nasip almama vesiyle oldun. Artık şimdi tamamıyla kendimi sana sunuyorum… Hikâyatımın Hakk’a varıncaya kadar devam etmesi tek dileğimdir. Bilirim ki benim dileğim, ezelde senin dileğine denk düşmüştür. Bir mürşid ile öğrencisinin yolunun kesişmesi ne kadar irâdeleri dahilinde olabilir ki? Bir darb ı mesel de denildiği gibi, “yalnızca susuzlar suyu aramaz, su da susuzları ararmış.” Artık bu susuzluğumu ve suskunluğumu dindir ey kutlu Şah Alemdar Baba!
Bana nefes ver!
Emek ver!
Bunun üzerine Şah Alemdâr Baba ‘Gölge’ adlı bu süpürge sapını eline aldı. Onu dokuz boğumlu olacak şekilde ölçtü, tarttı… Sonra nefes alıp vereceği ve böylece aşkı terennüm edeceği deliklerin açımına başladı. Herbir delik, bir nefis mertebesine denk düşüyormuş gibi hakikatin yedi perdesine telmihen ‘Gölge’ adlı bu süpürge sapına işte böylece yedi perdeli yedi delik açtı.
Rast Perdesi ile hülyâ, Dügâh Perdesi ile mânâ, Kürdi Perdesi ile sezâ, Segâh Perdesi ile senâ, Çargâh Perdesi ise devâ, Nim Hicaz Perdesi ile ‘Fenâ’, Nevâ Perdesi ile ‘Bekâ’, Aşîrân Perdesi ile Hakk Tealâ sırrı böylece agâh oldu.
En uçtaki Parazvâne Cenâb-ı Şâhı Velâyet misâli İmâm-ı Ali oldu, Başparenin komşusu olan ikinci Parazvâne Seyyide Anamız misâli Hz. Fatıma oldu. Başpare ise hatem’ül enbiyâ misâli, Resul u Ekrem Hz. Muhammed Mustafa ile tamam oldu.
Böylece Allah, yedi nefis perdesinin tınısını ve remzini (müsemmasını) bilen, ardından ilim şehri Cenâb-ı Şâh-ı Merdan İmam-ı Ali’nin velâyeti ile huzura gelen, sonra da Seyyide Hz. Fatıma ile hakikate ve ehli beyte tathir edilmiş bir Rahim olan, Cenâb-ı Resul-u Ekrem ile de nübüvvetin hatem burcu misali Başpare olup âlemlere saçılan her âşık gibi, ‘Gölge’ de kamışlıkta başlayan çileli yolculuğunu Şah Alemdar Baba’nın elinde kutlu mi’racıyla tamamlayıp, artık Hakk’tan Halk’a ses vermeye ve böylece içli içli hikâyetini terennüm etmeye başladı…
‘Gölge’, Şah Alemdar Baba’nın sırrı, Şah Alemdar Baba da ‘Gölge’nin sırrı oldu.
Bu iki âşığın burada hikâyât ettiğimiz meşkinin hâtıratı, hâlen Trabzon’un, Akçaâbad kasabasının Akçakale karyesinde el’ân yaşamaktadır.
Kulağı delik olanlar duyarmış, gönlü açık olanlar ise nefes ve nazar alıp verirmiş…
Şah Alemdar Baba’ya ve evladı ‘Gölge’ye selâm olsun.
Niyâzım, Hakk sırlarını kutsasın.
Definelerini örtsün.
Hoşçakalın.