16 Kasım 2024 Cumartesi
0 Yorum Yapıldı Yorum Yaz

1840’lı Yıllarda Yoroz Burnu, Akçakale ve Akçaabat

23 Kasım 2016
1840’lı Yıllarda Yoroz Burnu, Akçakale ve Akçaabat

Yeni bir haftadan öncelikle herkese merhaba!

Fırsat buldukça yeni kitabımız “Trabzon Seyâhatnâmesi: Fragmanlar” adlı eserimize ara ara yoğunlaşıyorum. Bu çalışmalarıma devam ederken hâliyle sıla özlemi de depreşiyor belki ama yer yer not aldığım bu güzellikleri buradan sizlerle paylaşarak en azından kendimce tarihe bir not düşmek istiyorum. Şimdilerde elimde, J. Philip Fallmerayer’in, “Fragmante aus dem Orient, (1840, Doğu’dan Fragmanlar” adlı kitabı var. Seyâhatnâme türü bu eserde, Akçaabatımıza pek güzel methiyeler dizilmiş, doğrusu okuyunca övünmemek ve kendinizi ayrıcalıklı hissetmemek elde değil…

Bakalım 1840 yılında ilçemizi ziyaret eden seyyah ve meşhur Alman Tarihçi J. Philip Fallmerayer neler neler yazmış kitabında:

“…Şimdi, biraz da Trabzon’un en büyük kasabası olan Akçaabat’a ve bu kasabanın koruyucu kalkanı olan Yoroz Burnu’na yaptığım büyüleyici geziden söz ederek az da olsa içinizi ferahlatayım isterim.

Saha gezileri yaptığım günlerin birinde, saat onikiye doğru Yoros burnuna vardık ve altı gün önce tam buradan gece geçerken kapıldığımız duygulardan daha başka duygularla, adetâ bir resim güzelliğindeki bir kayalık koyun deltasına, yerel halkın ‘İncir Limanı’ dediği yere teknemizi öğlen molası için karaya çektik.

Deniz hiç te derin değil, sığ bir kıyıydı burası. Teknemizde görevli olan Kohis Osmanlıları yelkenleri indirip direği sökerek Odysseia’nın yoldaşları gibi kayığımızı kumsala çektiler ve burada ormanlık tepelerin gölgesinde gemici yemeklerini yiyip kendilerini öğlen uykusuna bıraktılar.

İçinde bulunduğum delta, iki yüksek sarp kayalık, açık yeşil ormana sahip, fundalıklarla içiçe girmiş öylesine sevimli görünüyordu ki, bu güzide mekâna öğlen vakti bile serinlik ve ferah bir hava veriyordu.

Yan taraftaki çalılık mekânda tertemiz akan bir çeşme vardı. Çeşmenin yanında semiz ve uzun yapraklı bir zeytin ağacı, arkadaki bu gölgeli ağaçların arasındaysa tek başına bir ev duruyordu. Az daha ileride karanlık, dar ve derin bir tepe yarığı, aynı zamanda yanı başımızda akmakta olan derenin yatağıydı ve burası Kolhise (Doğu Karadeniz’e) özgü büyük ağaçların yetiştiği bir yerdi.

Çeşmenin başında neşeyle yediğim yemekten sonra gemicilerin uzun dinlenmesi sırasında daha da yükseğe çıkarak yüksek ağaçlıklara doğru yol aldım ve oradan dışarıya doğru denize baktım.

Mavi dalgaların oluşturduğu dar halkalar, uzaktaki büyülü aynalar gibi şahane görünümle parıldıyarlardı. Önümden bir tepeye daha tırmanınca vahşi güzellikteki çalılıkların arasından Akkkale’ye (Akçakele) doğru yürüdüm.

Ama ne yürüyüş!

Dut, kestane, elma, armut, kiraz ve incir ağaçlarının oluşturduğu meyve ormanının arasından geçerek karaağaçlarla, meşelerle, büyük asma çardaklarıyla, içine girilmesi olanaksız çalılıklarla, güzel kabuklu Arbutus andrachne ile (Andıra / Andırana), Defne, Corylus (fındık), hep yeşil kalan Cistus (Laden Çiçeği, Kayalık Gülü, Güneş Gülü), Karadeniz’in ünlü ve her zaman güzel olan Açalyalıkları (komar ağaçları, kumarlar) ve katmerli zakkumlarla şahane ve büyüleyici bir şekilde süslenmiş olan patikalarda yürüdüm.

Buna ek olarak güneşli mavi gökyüzü, işveli yansıyan deniz yüzeyi ve ağaçlıklardaki sarmaşanlarla dolanmış olan mistik harabeler de gördüm. Burada kendime ve okuyucuya sormak isterim: Acaba İtalya’nın Boscehetti’si ya da kireçli Yunanistan, bu ihtişamlı ormanların güzelliği ile boy ölçüşebilir mi? Sanmam! Çünkü Kolhis’i (Doğu Karadeniz’i), insanlar değil bitkiler yönetiyor hâlâ…

Ne mutlu ki, kültürün (uygarlığın) tahrip edici gereksinimleri henüz bu mutlu ve kutsanmış yerlere ulaşamamış. Size tavsiyem yolunuz buraya düşerse, Karadeniz Alplerinin yaz kış yemyeşil ormanları içinde yürüyün. Göreceksiniz ki, Jean-Jacques Rousseau’nun felsefesi tuhaf olamaktan çıkıyor ve burada derinliğini kaybederek sığ kalıyor.

Acaba insan bu manzara karşısında Almanya’yı özleyebilir mi? Danimarka’yı, Sund Boğazı geçişini buraya tercih eder mi? Kolhis’in bitki dünyası, bizi bu sorulara cevap verememekle, cezaretsizlikle ve ödlek olmakla suçluyor.

Bu derin düşüncelere dalmışken, uyanan gemicilerin yankılanan sesleri boş tepeler arasından bizi, içine düştüğümüz bu coşkudan tekrar kıyıya çağırıyordu. Hâliyle biz de vakit kaybetmeden tekrar kıyıya indik ve Kolhis Osmanlıları teknenin desteklerini çekip denize doğru ittiler, direği taktılar ve yelkenleri açıp küreklere sarıldılar. Çünkü doruklarda çok latif bir rüzgâr esiyordu. Akçaabat’a ve Akçakaleye doğru yol aldıkça, burun üstüne burun, muhteşem kayalıklar, denize dimdik inen yamaçlar, yer yer dağınık evler, küçük küçük açılmış düzlükler ve depderin vahşi ormanlar kayığımızın önünden birer birer geçtiler…

Tâ ki, Akkale’nin (Akçakale), eskiden hem manastır hem de kale olan ve Kordile adı verilen ikinci küçük buruna varıncaya kadar. Burası vahşi güzellikteki konumu ile bizi kendine davet etti. Buradaki Lentiskus (Yaban Mersini) çalılıkları ve ehil zeytinleri karşıladı bizi ilkin… Onların arasından ön tepeye doğru çıktık. Ama burada çok kısa süre oyalandık çünkü kale boştu, nöbetçi yerinde yoktu ve hâliyle bilgi de alamadık.

Ancak belirtmeden geçmiyeyim, bu sevimli kıyının, delişmen ve antik kalesi olan Akkale (Akçakale), Trabzon Rumları tarafından Türkmen akınlarını önlemek için yapılmış olmalı. Ayrıca burası, Trabzon Rumlarının hanedan üyeleri arasında görülen tatsız kanlı taht mücadeleleri nedeniyle de sık sık yıkıma uğramıştır. Kalede halen ayakta olan biçimli bir şato vardır ve buradan güzeller güzel Trabzon pek hoş görünmektedir.

Burada daha fazla oyalanmayarak, bol bol mersin ağaçlarının kıyıdaki gölgelerine da sığınarak tatlı mı tatlı köy evlerini uzaktan seyrederek, bu kırsal ve gönül açıcı süslemelerle meşkederek, kıyı tepeleri boyunca körfez sapağını dolandık ve bu Yoroz Körfezi sapağının tam orta yerinde olan güzel konumlu Akçaabat’a (Platana) ulaştık.

Platana’ya vardığımızda akşam saat beş sularıydı ve daha fazla vakit kaybetmeden teknemizi biz kez daha kıyıya çektik.

Halk ağzında muhtemelen Platana adını taşıyan bu şirin koy, Trabzon’dan sâdece 4 saatten biraz fazla uzaklıktadır. Çınar, bu civarda ve özellikle de Kalanima Deresi kıyısında mukâyese edilmeyecek ihtişamla yetişmektedir. Şehir çevresindeki yumuşak eğimli tepeler, semiz gövdeli zeytin ağaçları ve bunlarla aynı bollukta incir ağaçları ile üzüm asmalarının arkadaşlığından oluşan ormanlarla kaplıdır. Doğal çeperleri ve dut ağaçlarıyla karaağaçlardan oluşan canlı çitleri ki, bunlara bu mevsimde üzümler sarkan çardaklaşmış asmalar sarılmıştır ve daha dalında şarap tadını veren salkım salkın lezzetiyle bize göz kırpmaktadır. Doğrusu, bu güzelliklerin Platana’da olduğu kadar düzenli ve zevkli yetiştirildiği hiçbir yer görmedik.

450 köy tarzında dere tepe yayılmış olan evlerden sâdece 140 tanesinin hristiyanlara ait olduğu söyleniyor; bunlar öşürle, küçük esnaflıkla, tefecilikle ve özellikle de şarapçılıkla ve zeytinyağı üreterek geçinmeye çalışıyorlar. Yoros Burnu, körfezi sert soğuk karayelden koruduğu için buradaki hava, yakınındaki Trabzon’dan daha ılımandır.

Burada şarap, zeytinyağı, tütün ve mısır öylesine bol ki, insanın asil değil de sadece fiziksel gereksinmeleri olsaydı Akçaabat’ta çok mutlu olurdu.

Akçaabat sırtlarının yumuşak renkleri akşam güneşiyle insanın rûhuna ulaşırken, arka planda yüksek ormanlık dağların ve vadilerin ayrımlarının karanlık gölgelerinin davetkâr ve büyüleyici kıyı manzarasına doya doya seyirlik zevkimizin tadını çıkardık ve aşağı yukarı burada bir saat kadar oyanlandık.

Elbette ki bütün bu güzellikleri Akçaabat’ın mutfağı ile taçlandırmasaydık olmazdı. Epeyce acıkmış olduğumuzdan Akçaabat pazarına yöneldik ve burada bir Ortodoksun dükkanına varır varmaz sıcak yumutalı yemeklerine, yumuşak şarabına, erik büyüklüğündeki nefis zeytinlerine gerekli itibarı gösterdiğimizi söylememde sanırım bir sakınca yoktur.

Bu ziyafetten sonra yola çıktığımızda, güneş tam batmak üzere iken, Kalanoma’nın muhteşem çınarlarını seyrederek ve kayığımızın akşam rüzgarlarıyla fışırdayarak yol alışını dinleyerek tekrar güzeller güzel Trabzon’a vardık…”

Evet! Yazımız bitti!

Haftaya tekrar görüşmek üzere…

Hoşçakalın.

 

YORUMLAR Bu Yazıya Henüz Yorum Yapılmadı.. Belki İlk Yorumu Sen Yapmalısın..

Akçaabat Postası SON DAKİKA: